Bir hikaye kitabıyla karşınızdayım.
Bu kitabın güzel bir elime ulaşma hikayesi var, diye instagramda paylaştığımda merak edenler oldu.
Yok yaaa size yok o hikaye, o hikaye sadece sevgili blog okuyucularına.
^.^
Bir gün bir mail aldım.
Bu ödüllü hikaye kitabının yazarının arkadaşından.
Benim okumam için göndermek istiyordu.
Yazar değil, yayın evi değil, yazarın arkadaşı ve yazarın haberi yok.
Ne güzel arkadaşsınız Filiz Hnm.
Bu güzel öyküleri okumama vesile olduğunuz için çok teşekkür ederim.
Ben daha çok roman insanıyım bunu saklamıyorum, ara ara hikaye okuyorum ancak, kısa olunca beni kesmiyor o karakterler daha sonra ne yapıyor hep merak ediyorum.
Hikayeden ise romanı tercih etmemin nedeni bu. Yoksa, Azize Kaya'nın karakterleri çok canlı. Hikayeleri sürprizli. Betimlemeler kuvvetli.
Keyifle peş peşe okudum.
Aslında niyetim ara ara okumaktı ama dedim ya kesmiyor beni, şunu da okuyayım bunu da okuyayım derken bitiveriyor.
Kitabı hatmetmek geri dönüp okumayacağımız anlamına gelmiyor tabii. Ara ara raftan çekip almalı rast gele bir hikaye seçip okumalı, kitabın tadını uzun zamana yaymalı.
Bu kitap hakkındaki planlarım bu yönde.
Azize Kaya Hanımefendiye başarılarının devamını diler, Filiz Hanıma sevgilerimi sunarım
31 Ekim 2014 Cuma
28 Ekim 2014 Salı
Hello 31!!
İnsan bir sabah 31 yaşına uyanacağını tahayyül edemiyor.
Daha dün 31 yaşındakiler teyzeydi, ne çabuk ben de o yaşa eriştim?!
Evet 31 yaşımdayım ben artık!
Eski okuyucular bilir, ben kolay kolay yaşımı söylemem.
Ama o eski okuyucular bilsinler ki, o depresif doğum günleri, yaşlanma korkuları, ilerleyen yaşı kabullenmeme durumları mazide kaldı.
30 yaş, bende bir aydınlanmaya sebep oldu.
Yirmili yaşlarını depresif geçiren biri olarak yazıyorum bunları.
Yirmi yaşımdan 29 yaşıma kadar nefret ettim doğum günlerinden, birinin yaşımı sormasından nefret ettim, yaşlanıyor olmaktan nefret ettim..
Ama 30uma basacağım sene, yani daha 29 iken.
O sene 30 olmanın beni korkutmadığını fark ettim. Otuz!
Önceden otuz yaşımı düşündüğümde, kederimden öleceğim sanıyordum ama ben otuz olmaktan mutluydum.
Sonunda kendimi normal hissediyordum. Sonunda uyum sağlamış gibi.
Tabii bu biri yaşımı sorduğunda ağzımdan küfreder gibi OTUZ çıkmasını engellemedi, ama sorun bende değil rakamdaydı.
Otuz der misiniz?
Nasıl dolu dolu çıkıyor ağızdan değil mi?
Oysa Otuz1 öyle mi? Bir de otuz bir deyiverin. Ne kadar kibar.
:)
Otuzlu yaşlar, insanın aşması demek, kendiyle barışması demek, hayatı tespih yapar sallarım icabında demek, senin ne düşündüğün umurumda değil, demek..
Ama asla kibir demek değil, küçük görmek değil, hak edene hak ettiğini vermek demek.
Ne istediğini bilmek, gerçekçi olmak, şikayet etmek yerine çözüme gitmek demek..
Hey yıllar yenilmedim size, demek! Kesinlikle!
Hayatımın dönüm noktası oldu otuz! Allah'a şükürler olsun, çok iyimser bir insanım ama bu kadar huzurlu hissedeceğimi hayal bile etmezdim.
27 Ekim 2014 Pazartesi
Aşk Kanatları
Kerem ve Bade'ninki bir aşk hikayesi.
Siyah.
Beyaz.
Film gibi biraz.
Aslında film demektense dizi demek daha doğru olacak.
Gidişat hakkında tahminler edilecek ama o tahminler bakalım nasıl gerçekleşecek.
Bade ve yakın arkadaşı Gizem.
Gizem'in yakışıklı, çapkın ağabeyi Kerem.
Bade biraz erkek kılıklı, güzelliğinin farkında değil, ya da onun için mühim bir şey değil diyelim.
Kerem aklına Bade koymuştur ancak Bade kolay lokma değildir.
Hem kız kardeşi de ağabeyinin tarafında olması gerekirken arkadaşının yanında.
Ancak Kerem çook yakışıklı ve iş bilen bir çapkın. E Bade de insan! :)
Hikaye günümüzde başlayıp geri dönüyor, sonra anı yakalayıp öyle devam ediyor.
Ara ara bir Kerem bir Bade anlatıyor olayları, onların hislerini birinci ağızdan dinlemek, empati kurmak güzel oluyor.
Ben kitaba başlarken sayfa sınırlaması getirmiştim kendime.
Sonra bir baktım kitabı bitirmişim.
Hay Allah hiç söz dinlemiyorum :)
Eser miktarda spoiler vereceğim -ki konudan yukarıda bahsettim, daha fazlası var ama spoiler istemeyen artık bu kısmı okumasın, hislerimden bahsedeceğim zaten :D
Kerem ile Bade'nin ayrılığı zorlama olacak, diye düşünmüştüm ama Bade dibine kadar haklıydı. Böyle durumlarda uyuz olan kız olurdu ama yok Bade sağlam çıktı. Ama işte bu kadar inatlaşma mevzu bahis olunca kavuşma klasik kaldı bana göre. Okurken çoğu yerde gidişatı tahmin edememişken sonunu da tahmin edememiş olmak isterdim. Bunu demeye çalışıyorum.
Güneş Demirel'in ne çok seveni varmış bu arada. Algıda seçicilik benimki, okumaya başladıktan sonra fark ettim. 'Çok Satanlar'ın içinde yer alan bir kitap şimdiden.
Niye en son ben duyuyorum niyeeee?!
:)
Siyah.
Beyaz.
Film gibi biraz.
Aslında film demektense dizi demek daha doğru olacak.
Gidişat hakkında tahminler edilecek ama o tahminler bakalım nasıl gerçekleşecek.
Bade ve yakın arkadaşı Gizem.
Gizem'in yakışıklı, çapkın ağabeyi Kerem.
Bade biraz erkek kılıklı, güzelliğinin farkında değil, ya da onun için mühim bir şey değil diyelim.
Kerem aklına Bade koymuştur ancak Bade kolay lokma değildir.
Hem kız kardeşi de ağabeyinin tarafında olması gerekirken arkadaşının yanında.
Ancak Kerem çook yakışıklı ve iş bilen bir çapkın. E Bade de insan! :)
Hikaye günümüzde başlayıp geri dönüyor, sonra anı yakalayıp öyle devam ediyor.
Ara ara bir Kerem bir Bade anlatıyor olayları, onların hislerini birinci ağızdan dinlemek, empati kurmak güzel oluyor.
Ben kitaba başlarken sayfa sınırlaması getirmiştim kendime.
Sonra bir baktım kitabı bitirmişim.
Hay Allah hiç söz dinlemiyorum :)
Eser miktarda spoiler vereceğim -ki konudan yukarıda bahsettim, daha fazlası var ama spoiler istemeyen artık bu kısmı okumasın, hislerimden bahsedeceğim zaten :D
Kerem ile Bade'nin ayrılığı zorlama olacak, diye düşünmüştüm ama Bade dibine kadar haklıydı. Böyle durumlarda uyuz olan kız olurdu ama yok Bade sağlam çıktı. Ama işte bu kadar inatlaşma mevzu bahis olunca kavuşma klasik kaldı bana göre. Okurken çoğu yerde gidişatı tahmin edememişken sonunu da tahmin edememiş olmak isterdim. Bunu demeye çalışıyorum.
Güneş Demirel'in ne çok seveni varmış bu arada. Algıda seçicilik benimki, okumaya başladıktan sonra fark ettim. 'Çok Satanlar'ın içinde yer alan bir kitap şimdiden.
Niye en son ben duyuyorum niyeeee?!
:)
24 Ekim 2014 Cuma
Funny Face // Think Pink!
Bu kadar klişe bir insan olduğum için kendime kızıyorum aslında.
Audrey Hepburn'ü seviyorum ama ne yapabilirim.
Sade ve çok zarif.
Bu filmi izlediğim günü hatırlıyorum çünkü Audrey Hepburn'ün doğum günüydü, google bannerını Audrey Hepburn yapmıştı.
Hey gidi.. nasıl da geçiyor zaman.
Pek eğlenceli, şarkılı danslı bir film.
Filmde göreceğiniz her kostüm bugün bile severek, bayılarak giyilir. Hepsi bir harika!
Mesela Audrey'in giydiği siyah pantolonun paçası tam da bu senenin modasına uygun. Altına giydiği maskülen ayakkabılar tam benim tarzım. Gibi gibi..
Kütüphaneci kızın bir modele dönüşmesini anlatan, moda dünyasının daha o zamanda bile aynı yozlaşmaya sahip olduğunu gözler önüne seren ve "Think pink!" sloganıyla adeta şimdinin pembe delilerine seslenen bir film.
1956 yapımı. Ve Audrey Hepburn'e Fred Astaire'nin eşlik ediyor. Hiç yakıştıramadım başlarda ama sonradan bir nebze ısındım :)
Eski filmleri büyük beklentilerle izlemezseniz oldukça keyif alacağınız kanaatindeyim. Bu filmi, benim için çok doğru bir zamanda izlemiştim.
Doğru zaman önemli!
(Ayrıca bu benim 1000. yazım ^.^)
(Ayrıca bu benim 1000. yazım ^.^)
22 Ekim 2014 Çarşamba
Gecenin Ardından Gün Doğar
Emma ve John.
Birbirlerinin ilk aşkı.
Gençlik yıllarından beri beraberler.
Ancak John'u elim bir kazada kaybedecek olan Emma, John'un ölümünden kendini sorumlu tutacak, Gerçek aşkı bir daha bulamayacağı düşüncesiyle ve John ölmüşken kendisinin hayatına devam etmesinin acısını hissedecektir.
Sadece Emma değil, John'un en yakın arkadaşı, Emma'nın en yakın arkadaşı yani John'un çevresinde diğer insanlarında çektikleri sıkıntıları ve hayatlarına nasıl devam ettiklerini de öğreneceğiz. O kısım çok hoşuma gitmişti.
Ancak kitap bundan ibaret değil.
Tabii ki Emma hayatına devam edecek. Spoiler vermeyeyim ama okumaya başlayınca hemen anlayacaksınız gidişatın nasıl gelişeceğini.
Kitabın arkasındaki yazıdan, yazar Anna McPartlin'in stand-up/komedyen olduğunu anlıyoruz.
Bu, kitaptaki diyaloglara da yansımış, çoğunlukla gülümseten anlatış tarzının yanında bir yerde koptuğumu da itiraf edeyim.
Bununla beraber kitap bir yerden sonra beni kaybetti, sonra tekrar kazandı.
Sonlara doğru gelişen atraksiyon hoştu. Her şey anlamlandı benim için.
Bu kitaba çok yerde rastlarsınız, ilk rastladığınız yerlerden biri burası olsun istedim ;)
Not: Kalitesiz görsel kullandığım için çok utanıyorum. Kusuruma bakmayın, vaktim olsa daha özenli çekim yapardım bilirsiniz. ^.^
Birbirlerinin ilk aşkı.
Gençlik yıllarından beri beraberler.
Ancak John'u elim bir kazada kaybedecek olan Emma, John'un ölümünden kendini sorumlu tutacak, Gerçek aşkı bir daha bulamayacağı düşüncesiyle ve John ölmüşken kendisinin hayatına devam etmesinin acısını hissedecektir.
Sadece Emma değil, John'un en yakın arkadaşı, Emma'nın en yakın arkadaşı yani John'un çevresinde diğer insanlarında çektikleri sıkıntıları ve hayatlarına nasıl devam ettiklerini de öğreneceğiz. O kısım çok hoşuma gitmişti.
Ancak kitap bundan ibaret değil.
Tabii ki Emma hayatına devam edecek. Spoiler vermeyeyim ama okumaya başlayınca hemen anlayacaksınız gidişatın nasıl gelişeceğini.
Kitabın arkasındaki yazıdan, yazar Anna McPartlin'in stand-up/komedyen olduğunu anlıyoruz.
Bu, kitaptaki diyaloglara da yansımış, çoğunlukla gülümseten anlatış tarzının yanında bir yerde koptuğumu da itiraf edeyim.
Bununla beraber kitap bir yerden sonra beni kaybetti, sonra tekrar kazandı.
Sonlara doğru gelişen atraksiyon hoştu. Her şey anlamlandı benim için.
Bu kitaba çok yerde rastlarsınız, ilk rastladığınız yerlerden biri burası olsun istedim ;)
Not: Kalitesiz görsel kullandığım için çok utanıyorum. Kusuruma bakmayın, vaktim olsa daha özenli çekim yapardım bilirsiniz. ^.^
20 Ekim 2014 Pazartesi
İşten Çıkış Partisi
Bir kere siz çalışıp, çalışmayanları hor görenler için şunu belirtmek isterim.
Bir insanın çalışmıyor olması onu sizden daha aşağı biri haline getirmez.
2011 temmuz ayına kadar çalışmayan biriydim ve insanların suratını ekşitip
"aa çalışmıyor musun?" demelerine maruz kaldım.
Lan, bunlar benim hayatımı beğenmiyorlarsa nasıl bir hayatları var kim bilir?! diye çalışma hayatını merak ederdim.
Temmuz 2011 de vaatler vaatler vaatler üzerine - yalan değil o vaatlere kandım, işe başladım.
Verilen sözler hikaye. Vaatler çöpte.
Söylenenden az bile olsa maaş aldığıma şükrettim. Safım çünkü onu da vermeyebilirler ne iyi insanlar en azından onu veriyorlar modundaydım.
Saatler uzadı, günler çoğaldı. Maaş artmadı ama azalmadı en azından diye buna da şükrettim.
Azarlandım. Sabrettim. Milletin hataları, işleri sırtıma yüklendi sabrettim.
Sonra dank etti.
Hasılı çalışmak köleliktir arkadaş.
Çalışmazsam yaşayamam, diyen insanın iş dışında yapacak işi, iş dışında takılacak çevresi yoktur.
Ha hobinizden para kazanıyorsunuzdur.
Alkışlarım.
Doktorsunuzdur hayat kurtarıyorsunuzdur.
Alkışlarım.
Öğretmensinizdir körpe beyinleri bilgiyle dolduruyorsunuzdur amenna.
Tasarımcısınızdır.
Bravo.
Ama onun dışında onun bunun ağız kokusunu çekip, tuvaletlerde ağlayıp, çalışmayan insanları 'aa nasıl duruyorsun çalışmadan?' diyorsanız, işte size acıyorum.
Yanlış anlamayın ben kimseyi yermiyorum.
Hepimizin yaşamak için paraya ihtiyacı var.
Para kazanırken güzel işlerde iyi yerlerde çalışmak hepimizin emeli.
Neyse ya.
Anlayan anladı zaten benim lafım, çalıştığı için kendini üstün gören insanlara.
Not: Birkaç yıl öncesinin yazısı. İşten çıkınca yazmışım ve unutmuşum. Hayatımın en güzel yılları işten çıkıp hayatımın güzelliğini fark ettikten sonra yaşadım. Bu yüzden çalıştığım o lanetli zaman dilimi bile benim için çok kıymetli. Şu an bir hedef için saçımı başımı yoluyorsam sebebi muhtemelen çalışarak geçirdiğim o iğrenç 5 ay.
Bu arada ben işten çıkınca işten çıkış partisi vermiştim, herhalde yazının ilerleyen kısımlarında ondan bahsedecektim ki, başlık bu olmuş :)
Hepinize seveceğiniz bir hayat dilerim ^.^
Bir insanın çalışmıyor olması onu sizden daha aşağı biri haline getirmez.
2011 temmuz ayına kadar çalışmayan biriydim ve insanların suratını ekşitip
"aa çalışmıyor musun?" demelerine maruz kaldım.
Lan, bunlar benim hayatımı beğenmiyorlarsa nasıl bir hayatları var kim bilir?! diye çalışma hayatını merak ederdim.
Temmuz 2011 de vaatler vaatler vaatler üzerine - yalan değil o vaatlere kandım, işe başladım.
Verilen sözler hikaye. Vaatler çöpte.
Söylenenden az bile olsa maaş aldığıma şükrettim. Safım çünkü onu da vermeyebilirler ne iyi insanlar en azından onu veriyorlar modundaydım.
Saatler uzadı, günler çoğaldı. Maaş artmadı ama azalmadı en azından diye buna da şükrettim.
Azarlandım. Sabrettim. Milletin hataları, işleri sırtıma yüklendi sabrettim.
Sonra dank etti.
Hasılı çalışmak köleliktir arkadaş.
Çalışmazsam yaşayamam, diyen insanın iş dışında yapacak işi, iş dışında takılacak çevresi yoktur.
Ha hobinizden para kazanıyorsunuzdur.
Alkışlarım.
Doktorsunuzdur hayat kurtarıyorsunuzdur.
Alkışlarım.
Öğretmensinizdir körpe beyinleri bilgiyle dolduruyorsunuzdur amenna.
Tasarımcısınızdır.
Bravo.
Ama onun dışında onun bunun ağız kokusunu çekip, tuvaletlerde ağlayıp, çalışmayan insanları 'aa nasıl duruyorsun çalışmadan?' diyorsanız, işte size acıyorum.
Yanlış anlamayın ben kimseyi yermiyorum.
Hepimizin yaşamak için paraya ihtiyacı var.
Para kazanırken güzel işlerde iyi yerlerde çalışmak hepimizin emeli.
Neyse ya.
Anlayan anladı zaten benim lafım, çalıştığı için kendini üstün gören insanlara.
Not: Birkaç yıl öncesinin yazısı. İşten çıkınca yazmışım ve unutmuşum. Hayatımın en güzel yılları işten çıkıp hayatımın güzelliğini fark ettikten sonra yaşadım. Bu yüzden çalıştığım o lanetli zaman dilimi bile benim için çok kıymetli. Şu an bir hedef için saçımı başımı yoluyorsam sebebi muhtemelen çalışarak geçirdiğim o iğrenç 5 ay.
Bu arada ben işten çıkınca işten çıkış partisi vermiştim, herhalde yazının ilerleyen kısımlarında ondan bahsedecektim ki, başlık bu olmuş :)
Hepinize seveceğiniz bir hayat dilerim ^.^
19 Ekim 2014 Pazar
Öksüzler Treni {Kitap Tanıtım}
Bazen içinizdeki çocuk geçmişinizde hapsolur ve siz o çocuğu kurtarmak için tüm umutlara sımsıkı sarılırsınız...
Binlerce çocuk düşünün, ya ailesini hiç tanımamış ya da ailesini kaybetmiş. Kimsesiz çocukları düşünün, gülen gözleriyle size bakan. Tek istedikleri sıcak bir yuvayken, tek umutları ise onları bilinmeyen geleceklerine taşıyan Öksüzler Treni’dir.
1929 yılı Amerika’sında Vivian Daly de o trende yolculuk eden çocuklardan sadece biridir. Küçük yaşta hayatın zorluklarıyla karşılaşan Vivian, bir şekilde kaderine yön vermek zorundadır. Bunu gerçekleştirme gücünü de ona nereden geldiğini hatırlatan aile yadigârı kolyesinde bulacaktır...
On yedi yaşındaki Molly Ayer, son şansını da tüketmek üzere olduğunun farkındadır. Ona bakmakla yükümlü olan aileyle arası iyice açılan Molly’nin tek şansı, kamu hizmeti adına doksan bir yaşındaki yaşlı bir kadının çatı katını temizlemeye bağlıdır. Molly bu işi gönülsüzce yapacak olsa da aslında o yaşlı kadınla ne kadar çok ortak yönleri olduğunu yaşayarak öğrenecek ve geçmişte hapsolan ruhlarını özgür bırakma yollarını onunla birlikte keşfedecektir.
Öksüzler Treni ikinci şansları, beklenmedik dostlukları ve bizi kim olduğumuzu keşfetmekten alıkoyan sırları barındıran muhteşem bir roman.
“Sürükleyici... Bir eve ait olma hissini arayan iki kadının yürek burkan hikâyesi.”
Publishers Weekly
17 Ekim 2014 Cuma
Oyun Hamurunun Çocukların Yaratıcılığına Katkıları
Oyun hamurları çocukların yaratıcılıklarını, hayal güçlerini, el becerilerini geliştiren önemli ve gerekli oyuncaklardır. Aslında hamur oyunları çok eskiden beri çocukların oyun saatlerini dolduran oyunların başında gelir. Günümüzde renkleri ve yapılarıyla son derece profesyonel olarak tasarlanmış oyun hamurları bulunsa da eskiden çocukların toprakla bazı şekiller yapması hamur oyunlarının gerekliliğini gösterir niteliktedir. Sadece çocukların değil; yetişkinlerin de çocuklarıyla beraber zevkle oyun hamuru oyunlarına dahil olduklarını görürüz. Çünkü oyun hamuru yaratıcılığı en basit şekilde ortaya çıkaran, her zaman geçerliliği olan bir oyuncak türüdür.
Oyun hamurunun çocuklar üzerindeki faydaları nelerdir?
Oyun, genel anlamda bir çocuğun en temel ve en doğal öğrenme aracıdır. Bazı ebeveynler dökülüp saçıldığı gerekçesiyle oyun hamurunu çocuklarına almak istemeseler de bu oyuncağın çocukların zeka ve yaratıcılık süreçlerine katkıları büyüktür. Çocuklara sağladığı katkıları maddelerle sıralayacak olursak oyun hamuru;
- Çocukların el ve parmak kaslarını geliştirir.
- El-göz koordinasyonunu sağlar.
- Yumuşak-sert gibi kavramların öğrenilmesini sağlar.
- Şekillerin ve renklerin öğrenilmesini sağlar.
- Yaratıcılığı ve hayal gücünü geliştirir.
- Kendini ifade etmenin en doğal ve yaratıcı yoludur. Çocuğunuz tarafından oyun hamuru ile yapılan şekiller onun iç dünyasını yansıtır. Böylece çocuğunuzu tanımanız, onun karakteri kadar istek ve ihtiyaçlarının neler olduğunu anlamanız da mümkün olur.
Oyun hamuru ile neler yapılabilir?
Her şey! Çocuğunuz ile beraber yapacağınız oyun hamuru etkinlikleri ile siz de oyun hamurları şekillerine kendi şeklinizi katabilirsiniz. Oyun hamuru kalıpları da oyun hamuru oyuncakları olarak piyasada değişik türleriyle bulunmaktadır. Çocuğunuzun yaratıcılığını ve becerilerini desteklemek için onunla beraber çiçek, böcek, meyve, sebze, araba, ev gibi rengarenk ve çeşitli şekiller yapabilirsiniz.
“Oyun hamuru nasıl yapılır?” sorusunun cevabı için evde yapılan birçok oyun hamuru tarifi mevcuttur. Fakat kaliteli malzemelerle, profesyonel olarak üretilmiş oyun hamurları dağılmaz, bozulmaz, tekrar tekrar oynanabilecek şekilde kıvamını korur. Renklerini ve yapılarını koruyan oyun hamurları için kaliteli markaların oyun hamurlarını tercih ederek çocuğunuzun ve belki de kendinizin oyun saatlerini sürekli kılabilirsiniz.
15 Ekim 2014 Çarşamba
Tesirsiz Parçalar
Ali Lidar alıntılarına muhakkak denk gelmişsinizdir.
Belki Ali Lidar'a ait olduğunun farkında olmadan ona ait cümleleri alıntılar defterinize yazmışsınızdır.
Tam da ruh halimi yansıtan bir cümle, demiş olabilirsiniz.
İnsanlar bu alıntıları nereden buluyor, diye düşünmüş olabilirsiniz veya.
Öyle ya da böyle, sosyal medya kullanıcıları olarak Ali Lidar cümlelerine sık rastlarız.
Benim en sevdiğim okuduğumda yüreğimi yakan cümlesi bu kitabın girişinde.
İlk sayfayı açıp cümleye rastladığımda tanıdık hüzün gelip yüreğime çöreklendi.
Bazen bir bazen yarım sayfa, bazen 4-5 satırdan oluşa denemeler.
Bazen küfür, bazen umutsuzluk, çokça yalnızlık, bolca hüzün...
Sıradan gibi görünen,ancak bir şekilde derinden etkileyen satırlar.
Bana kalırsa daha çok bir erkek kitabı.
Emrah Serbes'in tarzına yakın buldum. (Bunu yazarken hala Emrah Serbes kitabının yorumunu hazırlamadığım geldi aklıma, iyi oldu)
Meraklısının seveceği, tarzı olmayanın niye okudum ki sanki, diyebileceği bir kitap.
Yazarın ilk kitabı. Bu da aklınızda olsun.
Devamı gelir ama, bekleriz..
Belki Ali Lidar'a ait olduğunun farkında olmadan ona ait cümleleri alıntılar defterinize yazmışsınızdır.
Tam da ruh halimi yansıtan bir cümle, demiş olabilirsiniz.
İnsanlar bu alıntıları nereden buluyor, diye düşünmüş olabilirsiniz veya.
Öyle ya da böyle, sosyal medya kullanıcıları olarak Ali Lidar cümlelerine sık rastlarız.
Benim en sevdiğim okuduğumda yüreğimi yakan cümlesi bu kitabın girişinde.
İlk sayfayı açıp cümleye rastladığımda tanıdık hüzün gelip yüreğime çöreklendi.
Bazen bir bazen yarım sayfa, bazen 4-5 satırdan oluşa denemeler.
Bazen küfür, bazen umutsuzluk, çokça yalnızlık, bolca hüzün...
Sıradan gibi görünen,ancak bir şekilde derinden etkileyen satırlar.
Bana kalırsa daha çok bir erkek kitabı.
Emrah Serbes'in tarzına yakın buldum. (Bunu yazarken hala Emrah Serbes kitabının yorumunu hazırlamadığım geldi aklıma, iyi oldu)
Meraklısının seveceği, tarzı olmayanın niye okudum ki sanki, diyebileceği bir kitap.
Yazarın ilk kitabı. Bu da aklınızda olsun.
Devamı gelir ama, bekleriz..
13 Ekim 2014 Pazartesi
İş Görüşmesi
Bir arkadaşın gözünde işim vardı, her gördüğümde bak buradan çıkarsan yerine ben geçeyim, diyordum.
O arkadaş hamileymiş ve diğer bir arkadaşa beni sormuş.
- Seyhan mı, hayatta çalışmaz, demiş bizimki.
Ya neden öyle dedin çalışacaktım ben?
- Sen hayatta yapamazsın!
Dedi bana :/
Haydaa!!
Herkes neden böyle diyor?
Neden bi' yer yüzünde ben çalışamayacakmışım?
Bi' sinirli, bi' sabırsız bi' suratsız ben miyim?
2 gün anca durursun yorulursun yapamazsın.
Bu milletin canı can değil mi?
Otobüste vazgeçersin işe gitmekten.
Trafik bir bana mı var?
Patronun bi' çıkışmasıyla kavga edersin.
Ha çirkef de mi oldum?!..
Ama böyle.. etrafta bir ağız birliği sen yapamazsın,edemezsin.
İnatlaşmakda istemiyorum bir yandan.
İnada, inatçıya, inat uğruna bir şeyler ispatlamaya sinir olurum, aptalca gelir bana.
Ama işte geçen gün bir yere gidiyorum, arayım şu kızı, dedim.
Aradım, bak numarası değişmiş.
Diğer arkadaştan numarasını alayım, dedim.
Aradım açmadı.
Sonra gideceğim yere vardım ve vazgeçtim.
Çalışma isteğim geldiği gibi gitmişti.
Kısmet değilmiş:)
Not: Yazı yazmaya fırsat bulamayınca, taslaklara sardım. Bu mesela en az 4 yıllık bir yazı. Nostaljinin kralını yaşıyorum şuan. Sonrasında neler yaşadım. Hey gidi :)
O arkadaş hamileymiş ve diğer bir arkadaşa beni sormuş.
- Seyhan mı, hayatta çalışmaz, demiş bizimki.
Ya neden öyle dedin çalışacaktım ben?
- Sen hayatta yapamazsın!
Dedi bana :/
Haydaa!!
Herkes neden böyle diyor?
Neden bi' yer yüzünde ben çalışamayacakmışım?
Bi' sinirli, bi' sabırsız bi' suratsız ben miyim?
2 gün anca durursun yorulursun yapamazsın.
Bu milletin canı can değil mi?
Otobüste vazgeçersin işe gitmekten.
Trafik bir bana mı var?
Patronun bi' çıkışmasıyla kavga edersin.
Ha çirkef de mi oldum?!..
Ama böyle.. etrafta bir ağız birliği sen yapamazsın,edemezsin.
İnatlaşmakda istemiyorum bir yandan.
İnada, inatçıya, inat uğruna bir şeyler ispatlamaya sinir olurum, aptalca gelir bana.
Ama işte geçen gün bir yere gidiyorum, arayım şu kızı, dedim.
Aradım, bak numarası değişmiş.
Diğer arkadaştan numarasını alayım, dedim.
Aradım açmadı.
Sonra gideceğim yere vardım ve vazgeçtim.
Çalışma isteğim geldiği gibi gitmişti.
Kısmet değilmiş:)
Not: Yazı yazmaya fırsat bulamayınca, taslaklara sardım. Bu mesela en az 4 yıllık bir yazı. Nostaljinin kralını yaşıyorum şuan. Sonrasında neler yaşadım. Hey gidi :)
10 Ekim 2014 Cuma
Mineralwasser Sendromu
Avrupalıların bizden çok daha fazla maden suyu tükettiğini duymuş ya da okumuşsunuzdur.
Bizdeki tüketim oranı kişi başı yılda 3 litreyken, Avrupa'da kişi başı tüketim oranı 150 litrelerde.
Bunu duyunca şaşırmıyorum çünkü buna tanık oldum.
Mesela Almanya'da maden suları litrelik şişelerde satılır. Bizdeki gibi minik cam şişelerde değil yani.
Pikniğe giderdik, koştur oyna susuzluktan geberir büyüklerden bir bardak su isterdim de bana mineralwasser vermezler miydi?! Kaç kez su diye içip püskürttüğümü bilirim.
Almancası bu, bu meretin; mineralwasser yani mineralli su yani maden suyu.
Hiç sevmezdim sevemedim, ama çocukluğuma inince nefretimi anlıyorum. Bin kere sorar oldum artık bana verdikleri "su"yu Almanya'da artık: Su değil mi bu? Bak! Su? Öyle değil mi?!
Beni kandırmaya çalıştıkları için değil, onlar su gibi görüp su gibi de tükettiği içindi bu anlaşmazlığımız.
Neyse işte gel zaman git zaman..
Ben büyüdüm. Maden suyu yararlı. Tamam. Her yerde karşıma çıkıyor. Ama içemiyorum Azizim. Yok sevemedim tadını.
Ramazan ayında çokça gündeme geldi, muhakkak tüketmek gerek diye. Ben de artık tüketmeye karar verdim.
İlk başlarda gün aşırı, yarısıyla yüzümü yıkıyor, kalan yarısını zar zor içiyordum. Sonra her gün içmeye başladım. Arada sırada da yüzümü yıkıyordum.
Hala tadını çok sevmiyorum ama içmeden duramıyorum, yorgunluğumu aldığını hissediyorum. Psikolojik diyebilirsiniz ama cildime de iyi geldiğini düşünüyorum. Tamam şahane olmadı ama sanki yatıştı.
Asıl bahsedeceğim şeye daha gelmedim bile. Özlüyorum galiba yazmayı:)
Bu maden suyunda belirli bir markam olsun, ondan başkasını içemeyeyim soranlara, "X marka var mı? başkasını içemiyorum da", diyeyim çok istedim. Ama aksi gibi annem ne aldıysa onu içtim. Hiç bir markayı diğerinden ayıramıyorum önüme ne koyarsanız onu içiyorum kısaca.
Ben de baktım olacak gibi değil, numara yapmaya başladım. Bu marka mı var? Ay sevindim bundan başkasını içemiyorum, diyorum :)
Bu arada en büyük korkum maden suyunun zararlarının ortaya çıkmasıydı. Kesin, dedim, ben içmeye başladım ya bir zararını bulup çıkarırlar.
Birincisi çok içinde böbrek taşı yaptığını duydum.
Ama ben çok içmiyorum günde bir şişe. Kaldı ki yaz bitip havanın soğumasıyla gün aşırıya düştü, herhalde kışın içmem :/
İkincisi 20 maden suyu markası test edilmiş sadece 5 marka doğal çıkmış, diğerlerinin içinde bir madde bulunmuş ama madde neydi onu unuttum.
Sırma, Sarıkız, Efe, Beypazarı ve Özkaynak dışında markanız varsa hemen değiştirip, bu beş markaya geçiyorsunuz.
Başka sakıncası varsa hazır kış gelmişken söyleyin bu alışkanlığımdan kurtulayım. Yok eğer yoksa sizi Maden suyu Sendromunuzu aşmaya davet ediyorum ;)
Bizdeki tüketim oranı kişi başı yılda 3 litreyken, Avrupa'da kişi başı tüketim oranı 150 litrelerde.
Bunu duyunca şaşırmıyorum çünkü buna tanık oldum.
Mesela Almanya'da maden suları litrelik şişelerde satılır. Bizdeki gibi minik cam şişelerde değil yani.
Pikniğe giderdik, koştur oyna susuzluktan geberir büyüklerden bir bardak su isterdim de bana mineralwasser vermezler miydi?! Kaç kez su diye içip püskürttüğümü bilirim.
Almancası bu, bu meretin; mineralwasser yani mineralli su yani maden suyu.
Hiç sevmezdim sevemedim, ama çocukluğuma inince nefretimi anlıyorum. Bin kere sorar oldum artık bana verdikleri "su"yu Almanya'da artık: Su değil mi bu? Bak! Su? Öyle değil mi?!
Beni kandırmaya çalıştıkları için değil, onlar su gibi görüp su gibi de tükettiği içindi bu anlaşmazlığımız.
Neyse işte gel zaman git zaman..
Ben büyüdüm. Maden suyu yararlı. Tamam. Her yerde karşıma çıkıyor. Ama içemiyorum Azizim. Yok sevemedim tadını.
Ramazan ayında çokça gündeme geldi, muhakkak tüketmek gerek diye. Ben de artık tüketmeye karar verdim.
İlk başlarda gün aşırı, yarısıyla yüzümü yıkıyor, kalan yarısını zar zor içiyordum. Sonra her gün içmeye başladım. Arada sırada da yüzümü yıkıyordum.
Hala tadını çok sevmiyorum ama içmeden duramıyorum, yorgunluğumu aldığını hissediyorum. Psikolojik diyebilirsiniz ama cildime de iyi geldiğini düşünüyorum. Tamam şahane olmadı ama sanki yatıştı.
Asıl bahsedeceğim şeye daha gelmedim bile. Özlüyorum galiba yazmayı:)
Bu maden suyunda belirli bir markam olsun, ondan başkasını içemeyeyim soranlara, "X marka var mı? başkasını içemiyorum da", diyeyim çok istedim. Ama aksi gibi annem ne aldıysa onu içtim. Hiç bir markayı diğerinden ayıramıyorum önüme ne koyarsanız onu içiyorum kısaca.
Ben de baktım olacak gibi değil, numara yapmaya başladım. Bu marka mı var? Ay sevindim bundan başkasını içemiyorum, diyorum :)
Bu arada en büyük korkum maden suyunun zararlarının ortaya çıkmasıydı. Kesin, dedim, ben içmeye başladım ya bir zararını bulup çıkarırlar.
Birincisi çok içinde böbrek taşı yaptığını duydum.
Ama ben çok içmiyorum günde bir şişe. Kaldı ki yaz bitip havanın soğumasıyla gün aşırıya düştü, herhalde kışın içmem :/
İkincisi 20 maden suyu markası test edilmiş sadece 5 marka doğal çıkmış, diğerlerinin içinde bir madde bulunmuş ama madde neydi onu unuttum.
Sırma, Sarıkız, Efe, Beypazarı ve Özkaynak dışında markanız varsa hemen değiştirip, bu beş markaya geçiyorsunuz.
Başka sakıncası varsa hazır kış gelmişken söyleyin bu alışkanlığımdan kurtulayım. Yok eğer yoksa sizi Maden suyu Sendromunuzu aşmaya davet ediyorum ;)
9 Ekim 2014 Perşembe
Son Adım Aşk
Bir Adım Sen, Bir Adım Ben, Son Adım Aşk.
Bir Kimberly Fisk romanı.
Bir Debbie Macomber tavsiyesi.
Debbie Macomber önerisiyle hevesle okuyup hayal kırıklığına uğradığım bir kitabım olmuştu geçmişte.
Bu da böyle mi olacak? diye düşünmedim değil.
Veee olmadıııı!!!
Daha önce bir çok iş girişimi iflasla sonuçlanmış Jenny aylar önce elim bir kazada kaybettiği nişanlısıyla beraber kurduğu özel hava yolu şirketine sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak nişanlısının borç aldığı Jared ortaya çıkıp parasını istediğinde ona verecek tek kuruşu, ailesinden istemeye ise yüzü yoktur.
Jenny karşılayamadığı para yüzünden ortak edinmek zorunda kaldığı Jared'a borcunu ödemek için canla başla çalışacakken, Jared ise Jenny işi batırmadan parasını kurtarmanın derdine girecek birbirleriyle uğraşırken adım adım aşka ulaşacaklardır.
Tam bir romantik komedi. Tam!
Tahmin edilebilir bir hikaye olmasına karşın insan elinden bırakmak istemiyor.
Güzel bir yaz kitabı olabilirmiş ama sonbahardayız artık. Sonbahara yaz sıcaklığı getirmek ise size kalmış ;)
Bir Kimberly Fisk romanı.
Bir Debbie Macomber tavsiyesi.
Debbie Macomber önerisiyle hevesle okuyup hayal kırıklığına uğradığım bir kitabım olmuştu geçmişte.
Bu da böyle mi olacak? diye düşünmedim değil.
Veee olmadıııı!!!
Daha önce bir çok iş girişimi iflasla sonuçlanmış Jenny aylar önce elim bir kazada kaybettiği nişanlısıyla beraber kurduğu özel hava yolu şirketine sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak nişanlısının borç aldığı Jared ortaya çıkıp parasını istediğinde ona verecek tek kuruşu, ailesinden istemeye ise yüzü yoktur.
Jenny karşılayamadığı para yüzünden ortak edinmek zorunda kaldığı Jared'a borcunu ödemek için canla başla çalışacakken, Jared ise Jenny işi batırmadan parasını kurtarmanın derdine girecek birbirleriyle uğraşırken adım adım aşka ulaşacaklardır.
Tam bir romantik komedi. Tam!
Tahmin edilebilir bir hikaye olmasına karşın insan elinden bırakmak istemiyor.
Güzel bir yaz kitabı olabilirmiş ama sonbahardayız artık. Sonbahara yaz sıcaklığı getirmek ise size kalmış ;)
3 Ekim 2014 Cuma
Nalan 50 Kiloyu Nasıl Verdi?
Ben yuvarlak hesap 50 kg dedim ama Nalan tam 45 kilo verdi.
Gerçi belli olmaz, siz bu yazıyı okurken belki de Nalan eksilen kilolarına yenilerine ekleyerek 50'yi bile geçti.
Yanlış duymadınız, bu bir reklam ya da şaka değil.
Operasyonsuz sadece rejim ve sporla, yani yüksek bir iradeyle kilolarını veren bir arkadaşım.
Eski bloggerlardan Nalan.
Nalan'ın instagram hesabından adım adım incelmesine tanık oldum.
Belki bu ana tanık olduğumdan, belki de Nalan'ı tanıdığımdan bu zayıflama süreci bana büyüleyici geldi.
Hani gazetelerde okuyup geçeriz ya, bu sefer geçemediğim sizinle paylaşmak istediğim bir hikaye.
Nalan'ı kuzeni operasyona yönlendirir. Operasyon fikrine sıcak bakan Nalan'ı arkadaşı caydırır.
Yeter ki iste, der, yapabilirsin. YAPABİLİRSİN!
İşte bu şekilde diyete başlar Nalan: YAPABİLİRİM!
136 kilodur başladığında, aradan bir yıl geçer ve artık 45 kg eksiktir tartıda.
Günde iki kere, bazen saatlerce spor yapar. Bazen diyeti bozsa da, nasılsa bozdum diye koyvermez, Hayır yapacağım, der devam eder.
Nalan artık daha zayıf, daha genç, daha güzel.
Nasıl bir irade bu?!
3 kilo vermek isteyip de veremeyen bir kişi 45 kilo verenin halinden anlar bence.
Nasıl yendi nefsini? Nasıl direndi abur cubura?
Demek ki olabiliyor...
Ben de çok zayıf biri sayılmama ama benim söylememle Nalan'ın söylemesi bir olmaz.
Ben, yapabilirsin, dediğimde "tabii senin tuzun kuru" diyebilirsiniz ama Nalan söylediğinde karşısındaki insanın ceketinin önünü iliklemesi ve "haklısın" demesi gerekir!
Nalan'ın hedefi 64 kg olmak, eğer bu sürece tanık olmak istiyorsanız Nalan'ın instagram hesabı quantum_k
Bana gelinceee.. nasıl hızla yaşlanıp kilo aldığımı görmek istiyorsanız benim hesabım ise The_Syhn :P
Gerçi belli olmaz, siz bu yazıyı okurken belki de Nalan eksilen kilolarına yenilerine ekleyerek 50'yi bile geçti.
Yanlış duymadınız, bu bir reklam ya da şaka değil.
Operasyonsuz sadece rejim ve sporla, yani yüksek bir iradeyle kilolarını veren bir arkadaşım.
Eski bloggerlardan Nalan.
Nalan'ın instagram hesabından adım adım incelmesine tanık oldum.
Belki bu ana tanık olduğumdan, belki de Nalan'ı tanıdığımdan bu zayıflama süreci bana büyüleyici geldi.
Hani gazetelerde okuyup geçeriz ya, bu sefer geçemediğim sizinle paylaşmak istediğim bir hikaye.
Nalan'ı kuzeni operasyona yönlendirir. Operasyon fikrine sıcak bakan Nalan'ı arkadaşı caydırır.
Yeter ki iste, der, yapabilirsin. YAPABİLİRSİN!
İşte bu şekilde diyete başlar Nalan: YAPABİLİRİM!
136 kilodur başladığında, aradan bir yıl geçer ve artık 45 kg eksiktir tartıda.
Günde iki kere, bazen saatlerce spor yapar. Bazen diyeti bozsa da, nasılsa bozdum diye koyvermez, Hayır yapacağım, der devam eder.
Nalan artık daha zayıf, daha genç, daha güzel.
Nasıl bir irade bu?!
3 kilo vermek isteyip de veremeyen bir kişi 45 kilo verenin halinden anlar bence.
Nasıl yendi nefsini? Nasıl direndi abur cubura?
Demek ki olabiliyor...
Ben de çok zayıf biri sayılmama ama benim söylememle Nalan'ın söylemesi bir olmaz.
Ben, yapabilirsin, dediğimde "tabii senin tuzun kuru" diyebilirsiniz ama Nalan söylediğinde karşısındaki insanın ceketinin önünü iliklemesi ve "haklısın" demesi gerekir!
Nalan'ın hedefi 64 kg olmak, eğer bu sürece tanık olmak istiyorsanız Nalan'ın instagram hesabı quantum_k
Bana gelinceee.. nasıl hızla yaşlanıp kilo aldığımı görmek istiyorsanız benim hesabım ise The_Syhn :P
2 Ekim 2014 Perşembe
Evim Her Yer Evim
Benim gezmeyi ne çok sevdiğimi bilirsiniz.
Her fırsatta bulunduğum şehrin başka bir yerini görmeye çalışıyorum çalışmasına da ben aslında dünyayı gezmek görmek istiyorum.
Dünyayı gezmek derken, beni bilenler bilir ve bilenlerin ütopik bulduğu bir arzum var.
Gittiğim şehri turist olarak apar topar yarıştaymışçasına gezmek değil de o şehri yaşama isteğim.
İşte bu kitapta olan tam olarak bu.
Yaşlı bir çift.
Yıllar sonra tekrar birlikte olmaya başlayan eski sevgililer, yeni evlilikleri, evlerini satıp dünyayı gezmelerini anlatıyor. Bir roman değil bu.
Kişisel deneyimleri, yaşadıkları.
Bu süreçte blog tuttukları için bugün kitapları basılıyor ve biz haberdar olabiliyoruz.
Blog deyince daha bir dikkat kesildi sanırım sevgili blogdaşlarım :)
Hep diyorum belirli ve iyi olduğunuz bir konuda yazarsanız blogunuzu milyonların okumaması için bir neden yok.
Benim gibi daldan dala değil yani. Aklınızda olsun bu da.
:)
Lynne ve Tim çifti 2010 yılından beri evden muaf yaşıyorlar. Macera devam ediyor yani.
Ben de Mavi Yolculuğa çıkmayı, Paris'te Julia Child'ın yemek okulunda eğitim görmeyi, Floransa'da sevgimin azalmasına yetecek kadar kalmayı isterdim.
Ama İstanbul'da bir evim olduğunu, istediğim zaman dönebileceğimi bilme rahatlığıyla..
Çiftin böyle bir maceraya atılması değil de, evlerini satıp her şeyi geride bırakmaları bu hikayenin en cesur kısmı bence.
Her fırsatta bulunduğum şehrin başka bir yerini görmeye çalışıyorum çalışmasına da ben aslında dünyayı gezmek görmek istiyorum.
Dünyayı gezmek derken, beni bilenler bilir ve bilenlerin ütopik bulduğu bir arzum var.
Gittiğim şehri turist olarak apar topar yarıştaymışçasına gezmek değil de o şehri yaşama isteğim.
İşte bu kitapta olan tam olarak bu.
Yaşlı bir çift.
Yıllar sonra tekrar birlikte olmaya başlayan eski sevgililer, yeni evlilikleri, evlerini satıp dünyayı gezmelerini anlatıyor. Bir roman değil bu.
Kişisel deneyimleri, yaşadıkları.
Bu süreçte blog tuttukları için bugün kitapları basılıyor ve biz haberdar olabiliyoruz.
Blog deyince daha bir dikkat kesildi sanırım sevgili blogdaşlarım :)
Hep diyorum belirli ve iyi olduğunuz bir konuda yazarsanız blogunuzu milyonların okumaması için bir neden yok.
Benim gibi daldan dala değil yani. Aklınızda olsun bu da.
:)
Lynne ve Tim çifti 2010 yılından beri evden muaf yaşıyorlar. Macera devam ediyor yani.
Ben de Mavi Yolculuğa çıkmayı, Paris'te Julia Child'ın yemek okulunda eğitim görmeyi, Floransa'da sevgimin azalmasına yetecek kadar kalmayı isterdim.
Ama İstanbul'da bir evim olduğunu, istediğim zaman dönebileceğimi bilme rahatlığıyla..
Çiftin böyle bir maceraya atılması değil de, evlerini satıp her şeyi geride bırakmaları bu hikayenin en cesur kısmı bence.
1 Ekim 2014 Çarşamba
George Clooney Yaktı/ Yıktı/ Evlendi
{Baştan not: Dayanamayıp, yeni fotoğraflar ekledim:) }
Ahhhh..Ciğerim yanıyor a dostlar.
Kaderde George Clooney'in düğün postunu da yapmak varmış.
George Clooney'in fotoğraf hakkını Vogue dergisi satın almış.
Düğüne selfie yasağı getirilmiş. Fotoğrafları basına sızdıracak kişi 5 milyon dolar tazminat ödemeyi göze alması gerekecekti ki, şimdiye kadar izin verilenin dışında sızdıralan bir fotoğraf olmadı.
Halbuki bir paparazzi, bir garsona 6 milyon ödeyeceğini söyleseydi adam da çeker fotoğrafı 6 milyona satar 5 milyon tazminatını paşa paşa ödedikten sonra kalan 1 milyonuyla mutlu mutlu yaşayabilirdi. Akıl edemediler demek :P
Hala konuyu sulandırabiliyorsam bu evliliği benimsemişim demektir.
Benimsedim tabii ya. - Benimsemeyip ne yapacağım :)
Benimsememdeki en önemli etken Amal Alamuddin'in son zamanlar giydiği kıyafetleri beğenmiş olmam.
Fark ettiğiniz üzere oldukça sığ biriyim. Oxford mezunuymuş, uluslararası avukatmış beni pek bağlamıyor gördüğünüz gibi, güzel giydiği müddetçe herkesi sevebilirim ^.^
Kalbim kırıktı ama düğüne dair gelişmeleri heyecanla takip ettim.
İnsanlar bu çifti benimsemiş, Mr. & Mrs Clooney'e mutluluklar diliyorlardı. Hatta bir erkeğin, kaptı cillop gibi kızı, diye yorum yaptığına bile şahit oldum ki bu şoku atmam kolay olmadı.
Cillop derken?!
Tek zevksiz George Clooney değil demek ki..
Yılın düğünü deniyor bu düğün için.
Evlilik tövbeli George Clooney bu boru değil!
Muazzam rakamlar dönüyor, 13 milyon dolar harcandığı ve düğün masraflarını gelinin babasının üstlendiği söyleniyor. Amerikalılarda adet böyle, kız tarafı üstleniyor düğün masraflarını. Ama 13 milyon sadece düğün masrafı değildir, yani düğün öncesi partilerin kalınacak yerlerin tutarı falan hepsinin toplamıdır. Yani hepsini kayınpedere yüklememiştir George bilirim :P
Tutun beni arkadaşlar yazdıkça yazacağım yoksa.
İşte gelin ve damat:
Fena değil gelinlik. Eminim daha güzeldir de bilirsiniz beyaz ve detayların belli olmadığı bir elbise gelinlik dediğimiz neticede.
George Clooney'in nikah kıyılırken çok heyecanlı olduğu ellerinin titrediği gelen bilgiler arasında. Pastayı zor kesmiş hatta.
Amma yalancılar bu basın da var ya. İnanmıyorum bu kadarına da yani :D
Bu arada George Clooney'in neden evlendiğine dair de çeşitli spekülasyonlar dönmekte. Politikaya girmeyi düşündüğü için evlendiğini söyleyenler var. Eğer politika düşüncesiyle evlenmişse Amal'ın harika bir first lady seçimi olduğu söyleniyor.
Açıkçası aklıma yattı :)))))))
Çok kötüyüm ya :( Hayır umarım ayarlı bir evlilik değil, aşk evliliğidir ve umarım yakın zamanda kendi gibi çirkin doğup gittikçe güzelleşecek bir erkek evlat sahibi olur Clooney.
George Jr. ^.^
Ex Aşkıma mutluluklar dileyip bu konuyu burada kapıyorum.
Ayrıntıların peşindeyim ama;)